Özgürlüğün Son Durağı
- Can Aygen
- 28 Tem
- 3 dakikada okunur
Buzdolabının kapağı bile ağır geliyor artık bu kemiklere. O soğuk metal tutacağı, sanki dünyanın tüm ağırlığını taşıyor. İçerde ne var? Belki dünkü yarım kalmış pilav, belki bayatlamış bir parça peynir. Ama önemli değil. Önemli olan, mutfağa kadar yürümek, kolu kaldırmak, o kapağı itmek... Her biri bir dağ tırmanışı. Soluk soluğa kalıyorum, sırtımın alt kısmı, o eski kırık dökük belim, acıyla inliyor. Eskiden... Eskiden neydi o? Koşardım. İki adımda atlardım merdivenleri. Şimdi, merdiven başına bile bakarken içim korkuyla doluyor. Bir düşersem? Kim duyar sesimi bu bomboş evde?
Alışveriş... Ah, o işkence. Şu minicik market bile bir çöl gibi uzak geliyor. Poşetler... Ellerime saplanan ipler, sırtıma çöken ağırlık. Bir litre süt, bir ekmek, birkaç yumurta... Basit şeyler. Hayatın en temel ihtiyaçları. Ama benim için birer işkence aleti. Her adımda dizlerim titriyor, kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor. Eve döndüğümde, kapıyı kapattığımda, poşetleri yere bırakır bırakmaz yığılıyorum koltuğa. Ter içinde, nefes nefese. Ve o an, o boşluğun ortasında, tek duyduğum şey kendi hırıltılı soluklarım ve bu lanetli sessizlik.
Sessizlik. En büyük düşmanım. Eskiden onu arardım, "özgürlük" derdim. Kimsenin sözünü dinlememek, kimseye hesap vermemek... Ne büyük bir yanılgıymış. O "özgürlük" dediğim şey, beni farkına bile varmadan bu ıssız kıyıya vurdu. Zaman, hızlı bir nehir gibi aktı. Bir baktım, gençlik bitmiş, orta yaş geçmiş, şimdi de buradayım. Yaşlılığın soğuk, gri kıyılarında.
Kaç aşk yaşadım? Hatırlamıyorum bile hepsini. Gözleri pırıl pırıl genç kızlar, beni "asi ruhlu" diye seven kadınlar... Hepsi birer renkli balon gibi uçup gitti. Hiçbirine tutunmadım yeterince. "Bağlanmak hapsolmaktır" diye düşünürdüm. Maceralar? Bolca. Dağlar aştım, denizler geçtim, geceleri sabahladım, kavgalara girdim. Heyecan arıyordum, "yaşamın tadını çıkarıyorum" sanıyordum. Ama şimdi anlıyorum: Geride bıraktığım, sadece bir sürü anı ve bomboş bir şimdi.
En büyük pişmanlığım... Çocuk. Bir evlat sesi. "Baba" diye seslenen bir çocuk. Belki torunlar... Evin içinde koşuşturan küçük ayak sesleri. O seslerin yerini şimdi sadece duvar saatimin tıkırtısı alıyor. Bir eş... Yaşlanırken elini tutacak, "Zorlanıyor musun?" diye soracak, ilacımı hatırlatacak bir yoldaş. Hiç olmadı. Hep kaçtım bağlanmaktan. Şimdi bağlanacak kimsecikler yok. Bu pişmanlık, kemiklerimden daha ağır. İçimi kemiriyor. O "özgürlük" dediğim şeyin, aslında ne büyük bir yalnızlık kafesi olduğunu geç anladım. Çok geç.
Bir fincan çay yapmak istiyorum. Suyu kaynatmak için ocağa gidiyorum. Çakmak... Ulan çakmak bile! Parmaklarım titriyor, gücüm yetmiyor çevirmeye. Birkaç kez deniyorum, başarısız oluyorum. Sinirden, çaresizlikten gözlerim doluyor. Sonunda çıkartıyor ama alev, kolumu yakacakmış gibi geliyor. Titreyen ellerle çaydanlığı koyuyorum. Beklerken, mutfak penceresinden dışarı bakıyorum. Sokakta el ele dolaşan bir çift, çocuğunu okuldan alan bir anne... Onların hayatında basit olan her şey, benim için bir zafer.
Dönüp bakıyorum bu geniş, sessiz eve. Duvarlarda asılı fotoğraflar: Genç, gülen, belki biraz kibirli bir adam. Dağ zirvelerinde, teknelerde, kalabalık masalarda... O adam ben miydim? Öyle hissetmiyorum. Sanki başkasının hayatına bakıyorum. O gülen adam, bu titreyen, her hareketi acı veren ihtiyarı hiç düşünmemiş. O anlarda, "ileride" diye bir zaman hiç yoktu. Sadece "şimdi" vardı. "Şimdi"nin bedeli ise buymuş meğer.
Çaydanlık fokurdadıyor. Yine bir şey yapmam gerekiyor. Ama içimdeki ağırlık, çaydanlığın ağırlığından daha fazla. Belki bugün çay içmeden de idare ederim. Yorgunluk, pişmanlık ve o dipsiz yalnızlık... Bunların hepsi birleşip beni koltuğa mıhlıyor. Bir kez daha.
Ah gençliğim... Özgürlük adına kaçırdığın her fırsat, attığın her kök, şimdi bu taş evde birer zincir oldu. En basit ihtiyacı karşılamak için bile kimse yok. Kimse... Bu, hayattaki en büyük başarısızlığım. Ve pişmanlık, artık kanıma karıştı. Her ağrıda, her nefes darlığında, her gece bu sessizliğe uyandığımda, bana fısıldıyor: "Özgürlük mü istemiştin? İşte bu. Bu, senin seçtiğin özgürlüğün sonu."
Ve bu özgürlüğün içinde, hapsolmuş hissediyorum kendimi. Bir kez bile "Baba!" diye seslenilmeden geçen bir ömrün, taştan bir mezardan farkı yok çünkü.
...Ve belki de sıradaki özgürlük, şu tutuk eklemlerden, bu nefes darlığından, bu kemiren pişmanlıklardan kurtuluş olacak. Artık kapı eşiğini geçmek bile bir işkenceyken, ölümün eşiği sanki tek gerçek kaçış yolu gibi görünüyor gözüme. O demir parmaklıkların ardındaki o parmaklıklar benim kendi seçimlerimle ördüğüm bu yalnızlık kafesi ve işlevini yitirmiş bedenim belki de gerçek bir sessizlik, bir dinlenme var. Acının, güçsüzlüğün, bitmeyen "keşke"lerin olmadığı bir boşluk... Bu düşünce bile, garip bir huzur getiriyor içime, derin bir yorgunluğun ardından gelen teslimiyet gibi. Hayat boyu peşinden koştuğum o asi, başıboş özgürlüğün, nihayetinde beni götüreceği yer, belki de her şeyden, hatta kendimden bile mutlak bir özgürlük. Ama bu sefer kaçış değil, sadece... bitiş. Zamanın ve seçimlerimin bana biçtiği bu yalnız sonun, sıradaki ve sonuncu özgürlüğüm olması ne acı bir ironi. O kapıyı açacak gücüm kalmadığında, belki o zaman gerçekten "özgür" olacağım; bu taş evin, bu ağır kemiklerin, bu dipsiz sessizliğin ve en çok da bu pişmanlığın zincirlerinden. Sıradaki özgürlük, hiçliğin özgürlüğü. Bekliyorum.



Yorumlar