Projeksiyon ve Gölge
- Can Aygen
- 18 Eki
- 3 dakikada okunur
İlişkilerin labirentinde dolaşırken, bazen öyle anlar yaşarız ki, birinin bize yönelttiği bir suçlama, gösterdiği bir tepki ya da sergilediği bir güvensizlik, bizi derinden şaşırtır. “Ben bunu nasıl düşünürüm?” veya “Bana neden güvenmiyor?” diye sorarız kendimize. Oysa bu durum, psikolojinin kadim bir gerçeğine işaret eder: Çoğu zaman başkalarında gördüğümüz, tepki gösterdiğimiz veya eleştirdiğimiz şeyler, aslında kendi iç dünyamızın bir yansımasıdır. Başka bir deyişle, dışarıdaki aynalarda kendi silüetimizi seyrederiz.
Bu psikolojik mekanizmanın adı “projeksiyon”dur. İlk olarak Sigmund Freud tarafından detaylandırılan ve sonrasında Carl Jung’un “gölge” kavramıyla derinleştirdiği bu savunma mekanizması, kişinin kabul edemediği, görmek istemediği, bastırdığı duygu, dürtü ve kusurlarını bilinçdışı bir şekilde başkalarına atfetmesidir. Zihnimiz, kendi içindeki çatışmalarla yüzleşmektense, onları dış dünyaya yansıtarak rahatlar. Bu, bir nevi içsel bir yangını, başkasının bahçesine sıçratmak gibidir.
Konunun en çarpıcı örneklerinden biri, güven meselesidir. Kronik bir güven sorunu yaşayan birini düşünün. Bu kişi, partnerinin her hareketinden şüphe duyar, söylediği her sözü sorgular, sadakatsizlik ihtimalini zihninde sürekli canlı tutar. O kişiye sorsanız, problemi partnerinin “güvenilmez” olma ihtimalinde görür. Ancak derinlere indiğimizde, aslında bu yoğun şüphenin kaynağının, kişinin kendi içindeki “güvenilmez” potansiyel olduğunu fark ederiz.
Bu, o kişinin mutlaka aldatacağı veya yalan söyleyeceği anlamına gelmez. Daha ziyade, bastırılmış dürtüler, kabul edilmeyen arzular veya kendi içinde barındırdığı “gölge” benlik, dışarı yansıtılarak partnerine mal edilir. Kişi, kendi içindeki bu “ihanet edebilme” kapasitesiyle yüzleşmektense, onu sevdiği insanın üzerine yapıştırır. Böylece korkunun kaynağı dışsallaştırılmış olur ve kişi, kendi içsel karmaşasıyla değil, dışarıdaki bir “tehdit” ile mücadele ediyormuş gibi hissederek kendini korur. Aslında güvenmeyen kişi, kendi içindeki güvenilmez yabancıdan korkmaktadır.
Bir diğer durum ise, hiç aklımızdan bile geçmeyen bir şeyle suçlanmaktır. Ani ve haksız bir suçlama karşısında hissettiğimiz şaşkınlık ve incinme, genellikle çok derin bir hakikatin üzerini örter. Burada, suçlayan kişi aslında kendi zihninde var olan bir kusuru, bir eğilimi veya bir arzuyu, size yansıtıyordur.
Örneğin, sürekli olarak “kıskanç” olmakla suçlanan biri, aslında karşısındakinin derin bir kıskançlık potansiyelini taşıdığının işaretini alıyor olabilir. Ya da “hırslı ve acımasız” olmakla eleştirilen bir çalışan, belki de patronunun kendi bastırdığı hırs ve acımasızlığının aynasıdır. Suçlama, suçlayanın kendi içindeki “gölge”nin dışavurumudur. Siz, onun kabul edemediği parçasının geçici bir taşıyıcısı haline gelirsiniz. Bu, kişinin kendiyle yüzleşmektense, başkasını “günah keçisi” ilan etmesidir.
Peki, neden bazı konulara diğerlerinden daha hassasız? Neden bir eleştiri bizi yerle bir ederken, bir diğeri umurumuzda bile olmaz? Bu da içsel dünyamızla doğrudan bağlantılıdır. Bir konuda aşırı tepki veriyorsak, o konunun bizim için tetikleyici olduğundan, yani bastırılmış bir yaraya dokunduğundan emin olabiliriz. Dışarıdan gelen ufacık bir söz, içimizdeki dev bir çanı çalabilir. Bu çan, geçmişte yaşadığımız bir travmanın, bir reddedilmişliğin veya derin bir utancın sesidir. Hassasiyetimiz, aslında korumaya çalıştığımız en zayıf halkamızı ele verir.
Kendini Bilmenin ve Farkındalığın İyileştirici Gücü
Peki bu döngüden nasıl çıkabiliriz? Cevap, Sokrates’in o ünlü sözünde saklı: “Kendini bil.”
Tepkilerimizi Gözlemlemek: Birine karşı yoğun bir öfke, kıskançlık, güvensizlik veya suçlama hissettiğimizde, durup şu soruyu sormak gerekir: “Bu hissettiklerim, acaba bende olan bir şeyin yansıması mı?” Bu, otomatik tepkilerimizin frenidir.
Gölge ile Tanışmak: Hepimizin kabul etmekte zorlandığı, karanlıkta bırakmayı tercih ettiğimiz yönleri var. “Gölge”mizle yüzleşmek, onu yok saymak veya savaşmak değil, onu tanımak ve kabullenmektir. İçimizdeki kıskanç, bencil, korkak veya güvenilmez tarafla barışmak, onları başkalarına yansıtmamızı engeller.
Suçlamayı Bırakmak: Birini suçladığımızda, aslında kendi gücümüzü de ona devrederiz. Çözüm, suçlamakta değil, anlamaktadır. “Sen beni hiç anlamıyorsun!” demek yerine, “Ben kendimi nasıl ifade ediyorum ki anlaşılmıyorum?” diye sormak, sorumluluğu üstlenmenin ilk adımıdır.
Duygusal Okuryazarlık: Kendi duygularımızın dilini çözmek, onların kaynağını anlamak, bizi daha az tepkisel ve daha çok “yanıt” veren bireyler haline getirir.
Hayat, devasa bir aynalar salonudur. Etrafımızdaki her insan, özellikle de bize tepki veren, bizi üzen veya öfkelendirenler, bizim için paha biçilmez birer öğretmendir. Onlar, bize kendi içimizde göremediğimiz parçalarımızı gösterir. Birinin bize duyduğu güvensizlik, belki de bizim kendimize duymadığımız güvenin; birinin bizi suçlaması, kendi kabul edemediği kusurunun; birinin bize olan öfkesi, kendi içindeki çözülmemiş çatışmanın yankısıdır.
Bu bakış açısı, bizi daha merhametli, daha anlayışlı ve nihayetinde daha özgür kılar. Başkalarının davranışlarını kişisel algılamaktan vazgeçip, onları birer içsel yol haritası olarak görmeye başladığımızda, ilişkilerimiz bir çatışma alanı olmaktan çıkar, kendimizi keşfettiğimiz birer tapınak haline gelir. Unutmayın, dışarıdaki aynaları temizlemek, önce içimizdeki aynayı temizlemekle başlar.



Yorumlar