top of page

Ev Aranıyor.

  • Yazarın fotoğrafı: Can Aygen
    Can Aygen
  • 7 Kas
  • 4 dakikada okunur

Sabahın ilk ışıkları gri bir pencere perdesinden sızarken uyanmak istemedi. Gözlerini açmadan önce, hangi şehirde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Tavanı tanımıyordu. Tıpkı yastığın kokusunu, odadaki eski halının desenini tanımadığı gibi. Bir süre öylece yattı. Sanki uyanırsa gerçek yeniden üzerine çökecek, uyanmazsa her şey bir düşte kalacaktı.

Ama gerçekler düşlerde saklanmazdı.

Odanın köşesindeki sırt çantası hâlâ tam kapanmamıştı. Fermuar ucundan taşan bir gömlek, birkaç defadır yanında taşıdığı bir kitap ve bir çift çorap... Eşyalar yerinden oynamamıştı ama onun içindeki dağlar yer değiştirmişti.

Kaç şehir değiştirmişti, artık bilmiyordu. Haritada parmak gezdirerek başlattığı o ilk kaçış, şimdi ezberlediği bir ritüele dönüşmüştü. Her yeni şehir bir parça umut getiriyor, her yeni insan tanıdık bir cümleyle başlıyordu: “Nerelisin?”

Cevabı hiç değişmedi, ama sesi değişti. Önce gururluydu. Sonra yorgun. En son fısıltı kadar hafif bir tınıya dönüştü.

Bazı şehirlerde yemekleriyle avundu. Bir tanesinde, ekmek kokan bir fırının önünde saatlerce bekleyip, sıcak çörekleri sokakta yiyen çocukları izlemişti. Başka bir şehirde, limana vuran yosun kokusu arasında kaybolmuş, rıhtımdaki yaşlı bir balıkçının hikayelerini dinlemişti. Hiçbirini unutmadı ama hiçbirinde kalmak da istemedi.

Çünkü evi yoktu. Ya da artık ev kelimesi onun için bir yer değil, bir hissin adıydı.

Bazen kalabalık bir hostel odasında uyanıyordu. Yan yatakta kim olduğunu bilmediği biri horluyor, diğer yandakinin bavulu kapının önünü kapatıyordu. Bu kozmopolit geçici yuvalarda herkesin başka bir hikayesi vardı. Ama hepsinin ortak noktası: gitmekti.

Kimi kaçıyordu, kimi arıyordu. Kimi bulmuştu ama kıymetini bilememişti. Kimse bulunduğu yere ait değildi, bu yüzden kimse kimseye tam anlamıyla sormazdı: “Neden buradasın?”

Bir gece Tiran'da tanıştığı kadının gözleri onu uzun süre unutamadı. Kadın demişti ki, “Evimi yitirdim, ama çadırımı taşıyorum. Her yere kurabiliyorum ama hiçbir yer bana ait olmuyor.” O gece gökyüzü çok açık, yıldızlar çok sessizdi.

Bazı evler sadece kalplerde kurulur. Birinin sesinde, gülüşünde ya da yorgun omzunda. Böyle bir eve rastladığını sandığı zamanlar oldu. Bir kahve fincanı paylaşılırken, bir istasyonda vedalaşırken ya da bir müzik eşliğinde dans ederken.

Ama bu evler çok narindir. Damı akar, içeri rüzgar girer, kimi zaman soğuk olur. Ve bazen, önceki sahipleri o kadar derin izler bırakmıştır ki... İçerisi karanlık, tozlu ve soğuk kalır. Temizlemek istersin ama izin vermez. Işık girmeyen bir eve yerleşemezsin. Kalırsan, sen de kararır, sen de eksilirsin.

O zaman bir karar vermen gerekir. Ya kalıp savaşacaksın ya da gitmenin vakti gelmiştir. Ve o bunu hep yapar: gider. Kalmak zor geldiği için değil, artık orası ev gibi hissettirmediği için.

Bir defasında, bir trenin camından dışarı bakarken, rüzgarda savrulan bir gazete parçası dikkatini çekti. Sayfada bir ev ilanı vardı. Bir ev. Bahçeli, küçük. Sadece bir detay okundu net şekilde: “Ev yaşanmışlıklarla dolu, ama yeni bir başlangıca hazır.”

İşte o cümleyle gözleri doldu. Çünkü o da öyleydi. Yaşanmışlıklarla dolu ama yeni bir başlangıca hazır.

Tren ilerledi. Şehirler arkasında kaldı. İnsanlar silindi. Anılar bile yavaş yavaş flulaştı. Ama o içindeki sesi artık daha net duyabiliyordu:

“Ev bir yer değildir. Ev, yolda kurduğun barış halidir.”

Ve o gün ilk kez yürürken durmadı. İlk kez gittiği yeri yurt edinmeyi değil, olduğu kişiyi sevmeyi denedi. Belki evini hâlâ bulamamıştı. Ama artık neyi aradığını çok iyi biliyordu.

Uçaktan indiğinde ilk hissettiği şey soğuktu. Ama bu soğuk yalnızca hava sıcaklığıyla açıklanamazdı. İçine işleyen, deri altına kadar sızan, tanımsız bir boşluktu bu. Kalabalığın arasında yürürken herkesin bir yere yetişiyor oluşu, onun olduğu yerde neden bu kadar yavaş kaldığını hissettirdi. Elinde sadece yirmi kiloluk bir bavul vardı. Geriye kalan her şey ardında kalmıştı: alışkanlıkları, kokular, yollar, hatta dilin içinde gizlenen bazı anlamlar bile.

Yeni bir şehir. Yeni bir ev. Yeni bir iş. Yeni insanlar. Ama aynı yorgun ruh.

İlk gün sabah kahvesini almak için girdiği kafede, baristanın söylediklerini anladı, cevap da verdi. Gülümsedi bile. Ama o gülümsemenin arkasında küçük bir sızı vardı. Çünkü o cümleyi kurarken kelimeleri seçmek için kafasında çeviri yapmıştı. Herkes o dili anadili gibi konuşuyordu. O ise bu dilin içinde hep misafir gibi hissediyordu.

Yeni ofisine ilk girdiğinde gözleri duvarlara takıldı. Herkesin masasında aile fotoğrafları, çocukların yaptığı resimler ya da bir fincanın kenarına yapışmış hayat vardı. Onun masası ise bomboştu. Çantasında getirdiği küçük bir defteri çıkardı, köşeye koydu. O kadar.

Konuşmalar hızlıydı. Şakalar daha da hızlı. Ve şakalar, dillerin en geç anlaşılan yanlarıydı. Çünkü espriler sadece kelimelerde değil, kültürün ta içinde yaşardı. Birkaç defa gülümsedi ama gerçekten neden güldüğünü anlamadı. Sonra sahte olduğunu fark ettikleri o tebessümle sessizleşti. Sessizlik daha güvenliydi. Sessizlikte hata yapılmazdı.

İşe gitmek için kullandığı otobüs, şehrin içinden sessizce geçerken, camın ardında gördüğü her şey yabancıydı. Gözleri bir marketin camında kendi yansımasına takıldı. Ne kadar yorgun göründüğünü ilk kez orada fark etti. Yüzünde uzun bir yolculuğun tozu vardı. Herkesin normal olduğu bir şehirde kendisi fazla gibi hissediyordu.

Haftalar geçti. Bavulu açtı ama tam olarak yerleşemedi. Giysilerini dolaba astı, banyo rafına diş fırçasını koydu, ama hiçbir eşya oraya ait gibi durmadı. Evin duvarları hâlâ yabancı kokuyordu. Perdeleri indirip kendi kumaşından yeni perdeler dikmeyi düşündü. Ama sonra "ne kadar kalacağım ki" diye iç geçirdi. Yerleşmek cesaret isterdi. Ve bazen insan cesareti kaybettiğini bile fark etmezdi.

Markette alışveriş yaparken kelimeleri sıraya koydu. Doğru fiili kullandı, cümleyi zamanında bitirdi. Kasiyer anlamıştı. Ama kasiyerin gözlerinde bir sıcaklık yoktu. Çünkü bu, sadece bir alışverişti. Bu şehirde her şeyin bir işlevi vardı. Her şey, olması gerektiği gibiydi. Oysa onun anadilinde konuşurken cümlelerin altında duygular taşınırdı. “Kolay gelsin” sadece bir dilek değil, bir dua gibiydi. “Görüşürüz” demek umut taşırdı. Burada ise cümleler duygusuz, düzgün ve eksiksizdi.

En çok da yalnızken konuşmak istediği cümleleri kime çevireceğini bilememek yoruyordu onu. Rüyaları hâlâ anadilindeydi. Korktuğunda içinden yükselen kelimeler, özlemler, küfürler, sevinçler hep o eski topraklardandı. Bu yüzden bazen boğazı düğümleniyor ama nedenini bile açıklayamıyordu. Çünkü açıklamak için doğru dili bulmak gerekiyordu, doğru kişiyi. Ve o kişi henüz bu şehirde yoktu.

Ama günler geçtikçe bazı küçük alışkanlıklar gelişti. Sabahları aynı banka oturmak, aynı kahveden almak, aynı sokağın kokusuna alışmak. İnsan önce kokulara alışır, sonra seslere, en son da suskunluklara.

Yeni şehir, onu henüz kucaklamamıştı. Ama o da kendini tamamen bırakmamıştı.

İçinde hâlâ taşıdığı o yirmi kiloluk bavuldan çok daha ağır bir şey vardı: geçmiş. O geçmiş, her adımda yeni hayatın ayak izlerini silmeye çalışıyordu. Ama o direniyordu. Çünkü bu kez kalmaya çalışıyordu.

Kalmak... Belki de en büyük cesaret buydu.

 
 
 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin

Contact Me

For any questions you have, you can reach me here:

Judith Sanders, Psy.D.

500 Terry Francine Street San
Francisco, CA 94158

 

123-456-7890

  • Black Facebook Icon
  • Black LinkedIn Icon
  • Black Twitter Icon

Thanks for submitting!

© 2035 by Modern Mindful Therapy. Powered and secured by Wix

bottom of page