Karanlığa Direnen Zihin
- Can Aygen
- 18 Haz
- 5 dakikada okunur
Ben hiç depresyona yatkın biri olmadım.
Çocukluğumdan beri, sabahları içimde sebepsiz bir neşeyle uyanırdım. Bu hal bana ait değilmiş gibi değildi; tam aksine, benliğimin en doğal uzantısıydı. Günün ilk ışığıyla uyanan o neşeli çocuk, içindeki kıpırtıyı hiç kaybetmeden büyüdü. Hayatın üzerine yürüyen, anlamaya çalışan, öğrenmeye aç biriydim. Zihnim hızlıydı; sorularla doluydu. Ve bu sorulara cevaplar ararken kitaplar hep en yakın arkadaşım oldu.
Psikoloji... Bilinmeyeni anlamlandırmaya çalışmanın en insani biçimi. Kendimi tanımaya başladığım ilk yıllardan beri hep ilgimi çekti. İnsan neden kırılır? Bir duygu nasıl oluşur? Ve en çok da: Biri neden kendini toparlayamazken, bir diğeri küllerinden yeniden doğabilir?
Bu soruların cevabını hep kendi içimde aradım. Evet, ben de defalarca yenildim. Yanıldım, yanıldım, yandım. Öyle anlar oldu ki, içimdeki ses bile susmayı seçti. Sessizlik insanın içine dolunca, dışarının gürültüsü de anlamsızlaşıyor. Ama o karanlıklar beni yutmadı. Belki biraz sarstı, ama asla şeklimi değiştirmedi.
Tam tersine, her acı beni biraz daha ben yaptı. Acıya direnen tarafımın sesi hep daha yüksek çıktı. O zamanlar yazdığım satırlar hâlâ durur; bazılarında gözyaşı izleri bile kalmıştır. Sayfalarca yazdım. Çünkü anlamadan geçip gitmek istemedim yaşadığım hiçbir duyguyu. Ne hezeyanı, ne kaybı, ne öfkeyi...
Kimi zaman hatalarımı gördüm o satırlarda. Kimi zamansa başıma geleni anlamlandırırken buldum kendimi. Düşünmek, kendini analiz edebilmek... Bence zekânın en değerli işlevlerinden biri bu. Çünkü bir insan, gerçekten zekiyse, kendi zihnine sığınmayı öğrenmelidir. Bu donanım bir lüks değil, hayatta kalma becerisidir.
Kırıldığında, yeniden toplayabilmelisin kendini. Üzüldüğünde, içinden geçenleri kucaklayabilmelisin. Modun düştüğünde, onu yükseltecek cümleleri yine sen kurmalısın. Zihin bazen bir düşmandır, evet. Ama doğru eğitilirse, en sadık dostun olur.
Dengenin Zekâsı
Zekânın karanlıkla eş tutulduğu bir çağda yaşıyoruz.
Ne zaman “zeki” birinden bahsedilse, çoğu insanın zihninde melankolik bir figür beliriyor: yalnız, kırgın, hayatla kavgası hiç bitmemiş bir sanatçı ya da dâhi. Bu imgeler, bize hep aynı mesajı fısıldıyor: Büyük akıl, büyük acı getirir.
Oysa bu inanç çoğunlukla yüzeysel gözlemlere dayanıyor. Toplumun “zeki” ya da “yaratıcı” olarak tanıdığı birçok kişi, zekâsını ya da yeteneğini hayatın yalnızca tek bir alanında yoğunlaştırmış bireyler. Elbette burada yeteneğin büyüklüğünü ya da katkının değerini küçümsemek değil niyetim; ama unutmamalıyız ki, hayatta yalnızca bir yöne akan nehirler, taşmaya da en yatkın olanlardır.
Mesela o çok sevdiğimiz, şarkılarıyla bizi büyüleyen müzisyenleri düşünelim. Melodilerinde içimizi titreten, sözlerinde sanki bizi bizden daha iyi anlayan o sanatçılar... Ama kamera arkasında, çoğu zaman alkolle, bağımlılıklarla, duygusal krizlerle baş başa kalan insanlar. Onların yeteneği eşsiz olabilir, ama hayatı tutma biçimleri eksiktir. O yoğun duyarlılık, eğer dengeyle beslenmezse, zamanla insanı kendine yabancılaştırabilir.
Ve belki de en çarpıcı gerçek şudur: Eğer o insanların ellerinden yaptıkları en iyi iş alınsa, birçoğu hayatta çok küçük roller oynar, sessiz köşelerde kaybolur giderdi. Çünkü zihin, yalnızca bir yöne eğildiğinde değil, çok yöne yayıldığında hayata tutunabilir.
Bu noktada aklıma hep eski Yunan filozofları gelir. Ya da Einstein. Ya da Leonardo da Vinci.
Bu insanlar yalnızca tek bir alanda değil, birçok alanda derinleşmiş; zekâlarını çok yönlü bir hayat inşa etmekte kullanmışlardı. Onların zihinleri, bir ağacın dalları gibi farklı yönlere uzanıyordu. Felsefe, matematik, sanat, anatomi, gökbilim... Ne kadar farklı alana dokunuyorsan, iç dünyanda o kadar sağlam kökler salarsın. Ve bu kökler seni depresyonun boşluğundan değilse bile, dengesizliğinden uzak tutar.
Bu çok yönlü zihinler, yaptıkları işe tutkuyla bağlıydı ama bu tutkuyu tek bir kapıya kilitlememişlerdi. Ellerinden bir şey alınsa, başka bir kapıdan girerlerdi hayata. Çünkü onlar bir tek işin adamı değildi; onlar yaşamın kendisinin adamıydı.
Gerçek zekâ yalnızca bir beceride ustalaşmak değil, kendi iç dengesini de inşa edebilmektir. Yalnızca derinleşmek değil, aynı zamanda yayılmaktır. Ve en önemlisi, yaşadığı karanlığa anlam verecek kadar güçlü, ama o karanlıkta kaybolmayacak kadar aydınlık bir zihne sahip olmaktır.
Denizin Öğrettikleri
Lise yıllarımın sonunda denizlere âşık oldum.
O yaşta biri için bu his belki fazlasıyla romantik gelir kulağa. Ama bendeki aşk, sahilde oturup ufka bakmakla sınırlı değildi. Ben, suyun üzerindeki o büyük demir yığınlarını yönetmek; haritalar, akıntılar, yıldızlar ve rüzgârla konuşmayı öğrenmek istiyordum. İşte bu yüzden üniversitede denizcilik okudum. Ve hayallerime doğru yol alan bir geminin kaptanı gibi, kararlıydım.
İlk yıllarda olay sadece bir meslek değil, bir büyüydü benim için. Modern cihazlarla yapılan seyir bilimini, radarları, ECDIS sistemlerini öğrendikçe hayranlığım büyüyordu. Ama beni en çok etkileyen şey, hiçbir teknolojik aletin olmadığı koşullarda yön bulmayı öğrenmekti. Gökyüzüne bakarak, yıldızların yerini ezberleyerek, doğanın ritmini hissederek ilerlemek... O zaman fark ettim: İnsan en çok yönünü kaybettiğinde, aslında en hakiki yolda olabiliyor.
Denizdeki yıllarımda yalnızca dalgalarla değil, kendi içimdeki fırtınalarla da tanıştım. Para kazandım. Hem de yaşım gençken, pek çok insanın ulaşmak için yıllarını verdiği şeyleri edindim: Evim, arabam, motorum... Hatta küçük bir yatım bile oldu. İnsanlar bu başarıları duydukça gözlerinde bir parıltı belirirdi. “Hayatını kurmuş” dedikleri kişi olmuştum. Ama içimde bir boşluk vardı ve o boşluk hiçbir direksiyon, hiçbir tapu, hiçbir banka hesabıyla dolmuyordu.
Hayat, etrafımdakiler için birikim ve yönetimle ilgiliydi. Ne kazandın, nasıl değerlendirdin, kaç lira kaldı kenarda? Ama ben, kazandıklarımı değil; neye dönüştüğümü sormaya başlamıştım artık. O yüzden ikinci eğitimimi işletme üzerine yaptım. Yalnızca para kazanmak değil, paranın yapısını da anlamak istiyordum. Sistemi... Düzeni... Düzensizliğin arkasındaki matematiği...
Zamanla denizcilik bilgimle bu finansal anlayışı birleştirdim. Ve kendimi, hem denizi hem defteri bilen biri olarak, tersanelerde, büyük gemi projelerinde buldum. Gemi finansmanı, proje planlamaları, yatırımlar... Kulağa çok akıllıca geliyor, biliyorum. Ve belki de öyleydi. Ama zekâ her şeyi çözüyor gibi görünse de insanın içini doldurmuyorsa, sonunda yalnızca bir sessizlik kalıyor.
On yıla yakın süren bu kariyer, bana disiplinin, stratejinin ve sistemli ilerlemenin gücünü öğretti. Ama aynı zamanda şunu da fark ettim: Eğer yaptığın iş, seni ruhen de beslemiyorsa, zamanla içinden sessizce çekiliyorsun. Oysa deniz bana her zaman hem yön hem his vermişti. Tersaneler, finansal tablolar, planlar... Hepsi çok kıymetliydi ama bazen içimde bir çocuk çıkıp soruyordu: “Peki, biz bu kadar şey öğrendik ama mutlu muyuz?”
Ve işte o soru, belki de en büyük pusula oldu hayatımda.
Yeni Rotanın Sessiz Haritası
Bir gün pusulam sustu. Ama sonra yeniden konuştu.
Bana bu kez apayrı bir yön gösterdi: Radyoloji. Kulağa belki ani, belki radikal geliyor ama hayatta bazı dönüşler vardır ki, dışarıdan kavşak gibi görünür, içeride ise bir kurtuluştur. Uzun zamandır içimde yankılanan bir ses vardı: "Her şeyi baştan al. "Ve ben, o sesi ciddiye aldım.
Denizcilikten, tersanelerden, büyük bütçelerden çıkıp insan bedeninin iç evrenine yönelmek... Belki birçoğuna göre geriye gitmekti bu, ama bana göre bu tam anlamıyla ileriye atmaktı adımımı. Çünkü yön önemliydi; yürüdüğün yolun lüksü değil, anlamı ağır basmalıydı.
Üstelik bu karar yalnızca mesleki bir yön değişimi değildi. Aynı zamanda yeni bir ülke, yeni bir hayat biçimi arayışıydı. Zaten dünyayı yeterince gezmiş, farklı kültürleri solumuş biriydim. Ama artık bavul değil, kök taşıyacaktım. Kaldığım ülke ise bunu her gün daha da zorlaştırıyordu. Bitmeyen ekonomik krizler, umut kırıklıkları, sürekli geriye düşen bir sistem... Ama en acısı neydi biliyor musun? İnsanlar artık insanları değil, imkanları seviyordu.
İşte o an dedim ki, “Bana bir de memleket lazım.”
Adil, güvenli, ortalama bir hayatın bile lüks olmadığı, insanların insanca yaşayabildiği bir ülke... Ve benim haritamda bu yer Almanya oldu. Sosyal adaletin hâlâ bir anlam ifade ettiği, emeğin küçülmediği, plan yapmanın hâlâ mümkün olduğu bir toprak. Yeni mesleğim radyoloji teknik uzmanlığı olacaktı. Beynin, kemiklerin, bedenin iç sesi... Belki dışarıdan bir görüntü ama içerde asıl hakikati gösteren o sessiz bilim. Tam da benim ruh halime uygun: Derin, sakin ve karanlıkta bile net.
Şimdi bu planın son aşamasındayım. Henüz yeni başlangıcın tam eşiğindeyim. Arada kısa yolculuklar, farklı meslekler var önümde. Raf dizmek mesela… Ya da bir kargo şoförlüğü. Belki kısa ama anlamlı duraklar. Çünkü ben biliyorum: Bir limana ulaşmak için bazen fırtınada dümeni kırmak gerek. Bazen deniz durulmaz, ama biz o denize rağmen ilerleriz. Ve bir gün, geriye dönüp baktığımda “Vay be, ne fırtınaydı” diyeceğim.
Benim için hayat bir hedefe ulaşınca tamamlanan bir oyun değil. Tam tersine… Her ulaştığım yer, başka bir sorunun kapısını aralıyor. Daha derine gitmek, daha fazla anlam bulmak istiyorum. Maddi başarılar değil, içsel tatmin çiziyor pusulamın yönünü.
Bu hikâye burasıyla bitmeyecek. Bitmemeli de zaten. Çünkü içimde hâlâ yürümek isteyen yollar var. Hâlâ öğrenmek isteyen bir zihin, sevmek isteyen bir kalp ve anlatmak isteyen bir ruh var.
Ve ben bu üçüyle, sonuna kadar, en derine kadar gideceğim.



Yorumlar